Mutluluk nedir? Binlerce cevabı olan bir soru. Aristo’ya göre ‘’İnsan yaşamının ereği; diğer bütün her şeyin amaçladığı son.’’ demek. Benim de aklıma en çok yatan tanım bu. Şu an yapmakta olduğumuz her şeyi ‘’mutlu sona’’ ulaşmak için yapıyoruz. İyi bir üniversite, iyi bir kariyer, iyi bir ev veya iyi bir araba istememizin sebebi ne? Bize mutluluk getireceklerine inanmamız değil mi? Yaptıklarımızın tek amacı içimizdeki eksikliği doldurmaya yönelik açlık hissini biraz yatıştırmak. Bunlardan hangisi bizi bahsettiğim mutlu sona ulaştıracak, bilmiyoruz. Elimizde seçeneklerle dolu bir sepet var ve biz o sepetin içindeki her şeye bakarak hangisinin bizi daha çok mutlu edeceğini anlamaya çalışıyoruz.
İşimiz yeterince zor değilmiş gibi sahte mutluluklar da ekledik hayatımıza. Gerçek hayatta kaç arkadaşımızın olduğunu önemsemiyoruz, sanal sitelerdeki arkadaş sayımız belirliyor sosyalliğimizi. Ya da aldığımız kalp sayısının ne kadar sevdiğimizi belirlemesine izin veriyoruz. Aslında hepimizin farkında olduğu bir durumdayız. Farkındayız ve umursamıyoruz. Teknoloji çağında olduğumuzu ve uyum sağlamamız gerektiğini söyleyerek kendimizi telkin ediyoruz. En çok rahatlamamız gereken zamanda, tatilde, bile teknoloji çağına ayak uydurmak için tatilimizi bir kenara atıyoruz. En kötüsü de artık kişisel alanlarımız, hobilerimiz yok. Ekranların arkasında birbirimizin abartılmış, çarpıtılmış dünyalarıyla yeni bir galaksi yarattık ve bocalıyoruz. Yığınlar halindeki üzgün suratlara dönüşüyoruz. Bu da duramamamıza sebep oluyor. Evet, duramıyoruz. İsteklerimiz de bu yığına katılıyor, önünü alamıyoruz. Derinden gelen bir açlık hissiyle ekranlarımıza daha sıkı sarılıyoruz. Burada Sokrates’in bir sözünü hatırlatmak istiyorum; “Mutluluğun sırrı; daha çok olanı aramakta değil, daha azın tadını çıkarma kapasitesine ulaşmaktır.”
Mutluluk rastlantısal ve öznel bir durumdur. Sistematik bir açıklamasını getiremem, kimse de getiremedi bugüne dek. Ama çok uzaklarda olmadığına inanıyorum. Küçük bir ekranın arkasında olduğuna ise inanmak istemiyorum. Mutluluk dediğimiz şeyi başucumuzda, saçlarımızın arasında veya avuç içlerimizde bulabiliriz. Tıpkı zaten elimizde olan telefonumuzun varlığını unutup onu aramaya çalışmamız gibi. Çoktan bulup varlığını unutmuş olabiliriz. Tekrar aramaya koyulmamız gerekiyor. Mutluluğu aramak için tek tuşa basmamız yetiyor. Uçak modu. Küçük bir adımla başlıyoruz öncelikle. Haftanın her günü için belirli bir zaman aralığı için ‘mutluluğu arama’ tuşumuza basıyoruz. Başlarda panik olacak ve kötü hissedeceksiniz, bir şeyleri kaçırdığınızı düşüneceksiniz. Fakat bu süreci atlattığınız zaman her şeyin değiştiğini göreceksiniz. Beyaz kâğıda sulu boya damlatılması gibi hayatınıza renk karıştıracaksınız. Teknoloji çağının gereğini yerine getirip, yönetilen değil yöneten haline geleceksiniz. Belki gerçekten ne istediğinizi keşfedeceksiniz. Resim çizmeye ya da spora yatkınlığınızın olduğunu, sesinizin de hiç fena olmadığının farkına varacaksınız. Farklı olmaya çalışmak ile farklı olmak arasındaki farkı göreceksiniz. Ve siz farklı olan olacaksınız. Sıcak güneşin altında çuvalınıza kalpler, takip ve arkadaşlık istekleri doldurmaya çalışmayacaksınız. Çuvalınızı bir kenara koyup etrafınıza bakacak, elinizin tersiyle alnınızdaki teri sileceksiniz. Ve elbette yüzünüzde bir gülümseme olacak. Çünkü artık yüzünüze beyaz bir ışık vurmuyor. Bir ekrana değil, bir çift göze bakıyorsunuz.
Üzgün suratlardan oluşan bir yığına dönüştüğümüzü söylemiştim. Belki de olduğumuz şey bu değildir. Belki de okyanusun altındaki küçük taş parçalarıyızdır. Her dalgada sürükleniyor olabiliriz. Fakat gün ışığını hala görebiliyoruz. Yüzeye çıkabiliriz.
Özel İçerik: Tuğçe Parlak
İşimiz yeterince zor değilmiş gibi sahte mutluluklar da ekledik hayatımıza. Gerçek hayatta kaç arkadaşımızın olduğunu önemsemiyoruz, sanal sitelerdeki arkadaş sayımız belirliyor sosyalliğimizi. Ya da aldığımız kalp sayısının ne kadar sevdiğimizi belirlemesine izin veriyoruz. Aslında hepimizin farkında olduğu bir durumdayız. Farkındayız ve umursamıyoruz. Teknoloji çağında olduğumuzu ve uyum sağlamamız gerektiğini söyleyerek kendimizi telkin ediyoruz. En çok rahatlamamız gereken zamanda, tatilde, bile teknoloji çağına ayak uydurmak için tatilimizi bir kenara atıyoruz. En kötüsü de artık kişisel alanlarımız, hobilerimiz yok. Ekranların arkasında birbirimizin abartılmış, çarpıtılmış dünyalarıyla yeni bir galaksi yarattık ve bocalıyoruz. Yığınlar halindeki üzgün suratlara dönüşüyoruz. Bu da duramamamıza sebep oluyor. Evet, duramıyoruz. İsteklerimiz de bu yığına katılıyor, önünü alamıyoruz. Derinden gelen bir açlık hissiyle ekranlarımıza daha sıkı sarılıyoruz. Burada Sokrates’in bir sözünü hatırlatmak istiyorum; “Mutluluğun sırrı; daha çok olanı aramakta değil, daha azın tadını çıkarma kapasitesine ulaşmaktır.”
Mutluluk rastlantısal ve öznel bir durumdur. Sistematik bir açıklamasını getiremem, kimse de getiremedi bugüne dek. Ama çok uzaklarda olmadığına inanıyorum. Küçük bir ekranın arkasında olduğuna ise inanmak istemiyorum. Mutluluk dediğimiz şeyi başucumuzda, saçlarımızın arasında veya avuç içlerimizde bulabiliriz. Tıpkı zaten elimizde olan telefonumuzun varlığını unutup onu aramaya çalışmamız gibi. Çoktan bulup varlığını unutmuş olabiliriz. Tekrar aramaya koyulmamız gerekiyor. Mutluluğu aramak için tek tuşa basmamız yetiyor. Uçak modu. Küçük bir adımla başlıyoruz öncelikle. Haftanın her günü için belirli bir zaman aralığı için ‘mutluluğu arama’ tuşumuza basıyoruz. Başlarda panik olacak ve kötü hissedeceksiniz, bir şeyleri kaçırdığınızı düşüneceksiniz. Fakat bu süreci atlattığınız zaman her şeyin değiştiğini göreceksiniz. Beyaz kâğıda sulu boya damlatılması gibi hayatınıza renk karıştıracaksınız. Teknoloji çağının gereğini yerine getirip, yönetilen değil yöneten haline geleceksiniz. Belki gerçekten ne istediğinizi keşfedeceksiniz. Resim çizmeye ya da spora yatkınlığınızın olduğunu, sesinizin de hiç fena olmadığının farkına varacaksınız. Farklı olmaya çalışmak ile farklı olmak arasındaki farkı göreceksiniz. Ve siz farklı olan olacaksınız. Sıcak güneşin altında çuvalınıza kalpler, takip ve arkadaşlık istekleri doldurmaya çalışmayacaksınız. Çuvalınızı bir kenara koyup etrafınıza bakacak, elinizin tersiyle alnınızdaki teri sileceksiniz. Ve elbette yüzünüzde bir gülümseme olacak. Çünkü artık yüzünüze beyaz bir ışık vurmuyor. Bir ekrana değil, bir çift göze bakıyorsunuz.
Üzgün suratlardan oluşan bir yığına dönüştüğümüzü söylemiştim. Belki de olduğumuz şey bu değildir. Belki de okyanusun altındaki küçük taş parçalarıyızdır. Her dalgada sürükleniyor olabiliriz. Fakat gün ışığını hala görebiliyoruz. Yüzeye çıkabiliriz.
Özel İçerik: Tuğçe Parlak
0 Yorum
Yorum Yap