Dünya bilimler tarihinde kayıp halka olarak isimlendirilen 800 yıllık dönem gerçekten kayıp mıydı? 8. ile 16. asır arasında hiçbir bilimsel buluş yapılmamış mıydı? Yoksa batıda 16. yüzyıldan sonra yapılmış bilimsel buluş ve çalışmaların temeli aslında bu döneme mi dayanıyordu?
Oryantalistik çalışmaların oldukça erken bir zaman basamağında İslam bilimlerinin m. 10. yy. da altın çağını yaşadığı, 12. ve 13. yy. de duraklamaya, gerilemeye başladığı fikri ileri sürüldü ki, bunun gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Araştırmaların çoğaldığı günümüzde üretkenliğin 15. yy. da da çok yüksek bir düzeyde olduğunu görüyoruz. 16. yy. ın sonu ve 17. yy. başlarında, Avrupa’nın bazı muhitlerinde daha ziyade ekonomi ve endüstri alanlarında İslam âlemine nispetle bir gelişme görülmeye başladıysa bu genişleyip yaşlanan her devletin karşılaştığı zaman faktörünün bileşenidir. Müslümanlar m. 711 de İber Yarımadasına yerleşmekle Avrupa kıtasındaki büyük bir insan kitlesinin komşuluğuna girmişlerdi. Bu komşuluğun er geç iyi veya kötü sonuçları olacaktı. İslam dünyasından bilimin nasıl Avrupa’ya yayıldığını biliyoruz.
Büyük bir insan topluluğuna sahip olmayan Portekiz bir kaç yüz yıl sonra egemenliğini ele geçirmiş, Atlas Okyanusunda ciddiye alınan denizci bir devlet olmuştu. Arapların denizcilik bilgisi, usturlapları, haritaları, silahları, gemi tipleri ve kılavuzlarıyla Portekizliler 16. yy. da Hint Okyanusunun hâkimi olmuşlardı. Küçük Portekiz Devleti’nin donanması Osmanlı İmparatorluğu’nun Kızıldeniz’deki donanmasını yenmiş, parçalamış ve Hindistan’a kadar kovalamıştı. Dünyayı güneye doğru sivrilen bir armut gibi zanneden Kristof Kolomb’da kendine İtalya’dan gönderilen bir Arap haritasıyla Amerika’nın kâşifi olma şöhretine ulaşmıştı. Bu yönde, büyük İngiliz İmparatorluğu’nun bugünkü mütevazı kalıntısını hatırlatmakla yetineceğim.
Çok gariptir ki, Avrupa’da daha 13. yy. ın ikinci yarısında, yani İslam bilimlerinin asimilasyon, yani özümseme sürecinin başlangıçlarında İslam bilim insanlarına karşı ağır ve keyfî hücumlar başladı ve bu gittikçe şiddetini artırarak son yüzyıllara kadar devam edegeldi. Bunların karşısında Arapları, yani Müslümanları savunanlar da yok değildi. Ama onlar çok azınlıkta kalıyorlardı. En ünlü savunucularından biri J. W. Goethe idi. Bu yönde Goethe’nin paha biçilmez bir sözünü sizlere sunmak istiyorum:
“Bu harikulade düşüncelerin meyvelerinden nasibimizi almak istiyorsak, kendimizi doğuya kavuşturalım, onun kendisi bize gelemeyeceğine göre. Tercümeler bizi sürüklemek, bize kılavuzluk etmek açısından paha biçilmez değerde olabilir, ama... Bu kitaplardaki dil, dil olarak ilk rolü oynuyor. Bu hazinelerin kaynaklarını aracısız tanımayı kim istemez ki!”
Bilimler tarihinin en karanlık ve en haksız ve ne zaman ve kim veya kimler tarafından ileri sürüldüğü bilinmeyen görüşlerinden biri Rönesans adı altında belki de 18. yy. dan beri modern insanın damağında çok zaman çocukluğundan itibaren çökeltilmiş olanıdır. Bu bazen “Bütün orta çağın inkârı” demektir şeklinde yumuşak bir anlamdaymış gibi bir tarif bulur. Ama gerçekte o, insanların ortak bilimler tarihinde Müslümanların katkısı olan sekiz yüzyıllık yaratıcılık evresinin varlığının bilerek veya bilmeyerek gerçekleşmiş bir yok edimidir. Bu Rönesans anlayışını felsefe tarihçisi Fransız E. Gilson 1955’te yazdığı kitabında “profesörler Rönesans’ı” diye alaya alıyor. Demek istiyor ki, bir kaç profesör bir gece toplantısında böyle asılsız bir düşünceye geldiler. Tekrarladılar, tekrarladılar, kendilerini de inandırıncaya kadar.
Bertrand Russell batı felsefe tarihini yazarken şöyle bir şey söyler: “San Augustine ile Saint Thomas Aquinas arasındaki dönemde kayda değer hiçbir felsefi şahsiyet yoktur.” Nasıl oluyor da Eski Yunan’dan yeni çağa batı dünyası atlayabiliyor? Genelde uzlaşılan eski çağ ve sonrasında yeni çağ arası boşluktan ibarettir.
Burada devreye bizim toplumumuz için müthiş bir örnek olan, hayatının bütün saniyelerini İslam bilim tarihi araştırmalarına ayırmış ve kalbi daima bu millet için çarpan çok değerli bir insan olan Fuat Sezgin giriyor. Kendi söylemiyle tarihte kopuk bir halka söz konusu değil ve halkalar birbirini sürdürüyor ama takılacak halka coğrafi olarak Avrupa kıtası üzerinde değil başka yerde aramak lazım. Bu halkanın görüleceği batı dünyası uygarlığı değil, İslam dünyası ve İslam uygarlığıdır.
Prof. Dr. H. Jungraithmayr’ın söylediği gibi halk belki bin bir gece masallarını biliyordur ama Arap İslam Kültür medeniyetini 800 yıl boyunca dünyada lider olduğunu Almanya’da neredeyse hiç kimse bilmez.
Batı, İslam medeniyetinin katkısı olmadan şimdiki bulunduğu durumda olamazdı. Boşluktaki 800 yıllık bilim tarihi yok sayılamazdı. Normalde bilim insanlarını ilimleri derinleştikçe içlerine kapanırken görmeye alışmışız fakat Fuat Sezgin hocamız tam tersine öğrendiklerini, bildiklerini insanlığa yayma konusunda inanılmaz bir şekilde çalışıyordu. Bu şekilde hocamız yaptığı çalışmalarıyla medeniyetlerin sınırlarını aşıp onları bir çizgide buluşturabiliyordu.
İslam Bilimleri Tarihi Profesörü Fuat Sezgin, “Amerika kıtasına Kolomb’dan önce Müslüman denizciler ulaştı” bunu ise belgelerle kanıtlıyordu. Sezgin hocamız “Amerika Kıtasının Müslüman Denizciler Tarafından Kolomb Öncesi Keşfi ve Piri Reis” isimli kitabında Amerika kıtasının daha önce Müslümanlar tarafından keşfedildiğini ispat ediyordu.
El-Mâhânî’den 40 veya 50 yıl kadar sonra Abû Ca‘fer al-Hâzin adlı büyük bir matematik ve astronomi bilgini dünyada üçüncü dereceden bir denklemi çözen ilk matematikçi olarak karşımıza çıkıyor. O 3. dereceden denklemlerin köklerini bulmak için koni kesitlerinin yeterli olduğunu açıklamıştır. Onun astronomideki önemli başarılarını yazılı kaynaklardan görüyoruz.
Bundan elli yıl kadar sonra bu integral hesabıyla çözümlerde çok önemli büyük bir adımı çok yönlü, büyük matematikçi, astronom İbn el-Heysam atmıştı. O, şu problemi ileri sürmüştü: Küresel bir aynada, kendisinden belirli bir yerde bulunan bir objenin resminin yine aynı şekilde belirli bir yerde bulunan göze yansıtıldığı hallerde, yansıtma noktasını bulmak. İbn el-Heysem bu problemi 4. dereceden bir denklemle çözmüştü. Burada aklıma Isaac Newton gelmiyor değil.
Bunların sonucunda yaşanan bilimsel ve teknolojik gelişmeler her ne kadar Amerika ve Avrupa tarafından icat edilmiş gibi bizlere gösteriliyor olsa da aslında bu gelişmelerin ilk adımları bin yıldan daha fazla bir zaman öncesine dayanıyordu. Bugün kullandığımız teknolojik cihaz ve araçların bilimsel metotlarının temellerini doğuda yaşayan Müslüman bilim insanları atmışlardı.
8. ve 16. yüzyılda yaşamış doğunun akademisyenleri, mühendisleri ve zanaatkârlarının birçoğu inanılmaz derecede yenilikçiydiler. Çünkü doğunun akademisyenleri o dönemde dünyanın bilgi koleksiyonunu özümsüyordu. Dolayısıyla doğunun topraklarını eğitim ve kültür merkezi haline gelmesini sağladılar. Sekizinci yüzyılın ortalarına doğru gelindiğinde ise bilimsel ve teknolojik gelişmelere öncülük eden Beyt’ül Hikmet bugün ki karşılığı ile Bilgelik evi adında bilimler akademisi vardı. Bugün nasıl Harvard ve MIT gibi kuruluşlar göze çarpıyorsa o zamanlarda da bilgelik evi doğu dünyasındaki akademisyenleri kendisine çekiyordu. Tarihçiler ve günümüz mühendislerinin derin araştırmaları ortaya çıkarmıştır ki doğu ülkeleri bilimsel gelişmeleri ve teknolojiyi miras edindiler. Bunların gelişip ilerlemesinde çok büyük katkı sunmuş ve sunmaya da devam etmektedirler.
İslam uygarlığı da bilim ve teknoloji alanlarında büyük atılımlar gerçekleştiren ve bugün insanlığın ortak hafızasında yer etmiş önemli bilim insanları yetiştirmiştir. Astronomi, geometri, matematik, tıp, mimarlık, kimya ve başka birçok alanda kaydedilen gelişmelerle İslam dünyası, tüm insanlık için büyük bir bilimsel canlanmanın öncülüğünü yapmıştır.
Dolayısıyla günümüz dünyasının ulaştığı uygarlık düzeyi, insanlığın asırlar boyu süren etkileşimi ve daha iyiye yönelik olan ortak arayışının ürünü sayılmalıdır. Özellikle bilim ve teknoloji alanında başarılanlar, belli bir coğrafya ya da kültüre mal edilemez; aksine insanlığın bugün vardığı nokta farklı tarihsel dönemlerin, farklı uygarlıkların ufuk açan yenilikler kattığı, akla ve bilgiye verilen öneme paralel olarak gelişen bir düşünce yapısının birikimidir. Bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler ancak böyle bir anlayışla evrensel birer kazanım olarak görülebilirler.
Özel içerik: Ömer Hakan Bozkurtoğlu
Oryantalistik çalışmaların oldukça erken bir zaman basamağında İslam bilimlerinin m. 10. yy. da altın çağını yaşadığı, 12. ve 13. yy. de duraklamaya, gerilemeye başladığı fikri ileri sürüldü ki, bunun gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Araştırmaların çoğaldığı günümüzde üretkenliğin 15. yy. da da çok yüksek bir düzeyde olduğunu görüyoruz. 16. yy. ın sonu ve 17. yy. başlarında, Avrupa’nın bazı muhitlerinde daha ziyade ekonomi ve endüstri alanlarında İslam âlemine nispetle bir gelişme görülmeye başladıysa bu genişleyip yaşlanan her devletin karşılaştığı zaman faktörünün bileşenidir. Müslümanlar m. 711 de İber Yarımadasına yerleşmekle Avrupa kıtasındaki büyük bir insan kitlesinin komşuluğuna girmişlerdi. Bu komşuluğun er geç iyi veya kötü sonuçları olacaktı. İslam dünyasından bilimin nasıl Avrupa’ya yayıldığını biliyoruz.
Büyük bir insan topluluğuna sahip olmayan Portekiz bir kaç yüz yıl sonra egemenliğini ele geçirmiş, Atlas Okyanusunda ciddiye alınan denizci bir devlet olmuştu. Arapların denizcilik bilgisi, usturlapları, haritaları, silahları, gemi tipleri ve kılavuzlarıyla Portekizliler 16. yy. da Hint Okyanusunun hâkimi olmuşlardı. Küçük Portekiz Devleti’nin donanması Osmanlı İmparatorluğu’nun Kızıldeniz’deki donanmasını yenmiş, parçalamış ve Hindistan’a kadar kovalamıştı. Dünyayı güneye doğru sivrilen bir armut gibi zanneden Kristof Kolomb’da kendine İtalya’dan gönderilen bir Arap haritasıyla Amerika’nın kâşifi olma şöhretine ulaşmıştı. Bu yönde, büyük İngiliz İmparatorluğu’nun bugünkü mütevazı kalıntısını hatırlatmakla yetineceğim.
Çok gariptir ki, Avrupa’da daha 13. yy. ın ikinci yarısında, yani İslam bilimlerinin asimilasyon, yani özümseme sürecinin başlangıçlarında İslam bilim insanlarına karşı ağır ve keyfî hücumlar başladı ve bu gittikçe şiddetini artırarak son yüzyıllara kadar devam edegeldi. Bunların karşısında Arapları, yani Müslümanları savunanlar da yok değildi. Ama onlar çok azınlıkta kalıyorlardı. En ünlü savunucularından biri J. W. Goethe idi. Bu yönde Goethe’nin paha biçilmez bir sözünü sizlere sunmak istiyorum:
“Bu harikulade düşüncelerin meyvelerinden nasibimizi almak istiyorsak, kendimizi doğuya kavuşturalım, onun kendisi bize gelemeyeceğine göre. Tercümeler bizi sürüklemek, bize kılavuzluk etmek açısından paha biçilmez değerde olabilir, ama... Bu kitaplardaki dil, dil olarak ilk rolü oynuyor. Bu hazinelerin kaynaklarını aracısız tanımayı kim istemez ki!”
Bilimler tarihinin en karanlık ve en haksız ve ne zaman ve kim veya kimler tarafından ileri sürüldüğü bilinmeyen görüşlerinden biri Rönesans adı altında belki de 18. yy. dan beri modern insanın damağında çok zaman çocukluğundan itibaren çökeltilmiş olanıdır. Bu bazen “Bütün orta çağın inkârı” demektir şeklinde yumuşak bir anlamdaymış gibi bir tarif bulur. Ama gerçekte o, insanların ortak bilimler tarihinde Müslümanların katkısı olan sekiz yüzyıllık yaratıcılık evresinin varlığının bilerek veya bilmeyerek gerçekleşmiş bir yok edimidir. Bu Rönesans anlayışını felsefe tarihçisi Fransız E. Gilson 1955’te yazdığı kitabında “profesörler Rönesans’ı” diye alaya alıyor. Demek istiyor ki, bir kaç profesör bir gece toplantısında böyle asılsız bir düşünceye geldiler. Tekrarladılar, tekrarladılar, kendilerini de inandırıncaya kadar.
Bertrand Russell batı felsefe tarihini yazarken şöyle bir şey söyler: “San Augustine ile Saint Thomas Aquinas arasındaki dönemde kayda değer hiçbir felsefi şahsiyet yoktur.” Nasıl oluyor da Eski Yunan’dan yeni çağa batı dünyası atlayabiliyor? Genelde uzlaşılan eski çağ ve sonrasında yeni çağ arası boşluktan ibarettir.
Burada devreye bizim toplumumuz için müthiş bir örnek olan, hayatının bütün saniyelerini İslam bilim tarihi araştırmalarına ayırmış ve kalbi daima bu millet için çarpan çok değerli bir insan olan Fuat Sezgin giriyor. Kendi söylemiyle tarihte kopuk bir halka söz konusu değil ve halkalar birbirini sürdürüyor ama takılacak halka coğrafi olarak Avrupa kıtası üzerinde değil başka yerde aramak lazım. Bu halkanın görüleceği batı dünyası uygarlığı değil, İslam dünyası ve İslam uygarlığıdır.
Prof. Dr. H. Jungraithmayr’ın söylediği gibi halk belki bin bir gece masallarını biliyordur ama Arap İslam Kültür medeniyetini 800 yıl boyunca dünyada lider olduğunu Almanya’da neredeyse hiç kimse bilmez.
Batı, İslam medeniyetinin katkısı olmadan şimdiki bulunduğu durumda olamazdı. Boşluktaki 800 yıllık bilim tarihi yok sayılamazdı. Normalde bilim insanlarını ilimleri derinleştikçe içlerine kapanırken görmeye alışmışız fakat Fuat Sezgin hocamız tam tersine öğrendiklerini, bildiklerini insanlığa yayma konusunda inanılmaz bir şekilde çalışıyordu. Bu şekilde hocamız yaptığı çalışmalarıyla medeniyetlerin sınırlarını aşıp onları bir çizgide buluşturabiliyordu.
İslam Bilimleri Tarihi Profesörü Fuat Sezgin, “Amerika kıtasına Kolomb’dan önce Müslüman denizciler ulaştı” bunu ise belgelerle kanıtlıyordu. Sezgin hocamız “Amerika Kıtasının Müslüman Denizciler Tarafından Kolomb Öncesi Keşfi ve Piri Reis” isimli kitabında Amerika kıtasının daha önce Müslümanlar tarafından keşfedildiğini ispat ediyordu.
El-Mâhânî’den 40 veya 50 yıl kadar sonra Abû Ca‘fer al-Hâzin adlı büyük bir matematik ve astronomi bilgini dünyada üçüncü dereceden bir denklemi çözen ilk matematikçi olarak karşımıza çıkıyor. O 3. dereceden denklemlerin köklerini bulmak için koni kesitlerinin yeterli olduğunu açıklamıştır. Onun astronomideki önemli başarılarını yazılı kaynaklardan görüyoruz.
Bundan elli yıl kadar sonra bu integral hesabıyla çözümlerde çok önemli büyük bir adımı çok yönlü, büyük matematikçi, astronom İbn el-Heysam atmıştı. O, şu problemi ileri sürmüştü: Küresel bir aynada, kendisinden belirli bir yerde bulunan bir objenin resminin yine aynı şekilde belirli bir yerde bulunan göze yansıtıldığı hallerde, yansıtma noktasını bulmak. İbn el-Heysem bu problemi 4. dereceden bir denklemle çözmüştü. Burada aklıma Isaac Newton gelmiyor değil.
Bunların sonucunda yaşanan bilimsel ve teknolojik gelişmeler her ne kadar Amerika ve Avrupa tarafından icat edilmiş gibi bizlere gösteriliyor olsa da aslında bu gelişmelerin ilk adımları bin yıldan daha fazla bir zaman öncesine dayanıyordu. Bugün kullandığımız teknolojik cihaz ve araçların bilimsel metotlarının temellerini doğuda yaşayan Müslüman bilim insanları atmışlardı.
8. ve 16. yüzyılda yaşamış doğunun akademisyenleri, mühendisleri ve zanaatkârlarının birçoğu inanılmaz derecede yenilikçiydiler. Çünkü doğunun akademisyenleri o dönemde dünyanın bilgi koleksiyonunu özümsüyordu. Dolayısıyla doğunun topraklarını eğitim ve kültür merkezi haline gelmesini sağladılar. Sekizinci yüzyılın ortalarına doğru gelindiğinde ise bilimsel ve teknolojik gelişmelere öncülük eden Beyt’ül Hikmet bugün ki karşılığı ile Bilgelik evi adında bilimler akademisi vardı. Bugün nasıl Harvard ve MIT gibi kuruluşlar göze çarpıyorsa o zamanlarda da bilgelik evi doğu dünyasındaki akademisyenleri kendisine çekiyordu. Tarihçiler ve günümüz mühendislerinin derin araştırmaları ortaya çıkarmıştır ki doğu ülkeleri bilimsel gelişmeleri ve teknolojiyi miras edindiler. Bunların gelişip ilerlemesinde çok büyük katkı sunmuş ve sunmaya da devam etmektedirler.
İslam uygarlığı da bilim ve teknoloji alanlarında büyük atılımlar gerçekleştiren ve bugün insanlığın ortak hafızasında yer etmiş önemli bilim insanları yetiştirmiştir. Astronomi, geometri, matematik, tıp, mimarlık, kimya ve başka birçok alanda kaydedilen gelişmelerle İslam dünyası, tüm insanlık için büyük bir bilimsel canlanmanın öncülüğünü yapmıştır.
Dolayısıyla günümüz dünyasının ulaştığı uygarlık düzeyi, insanlığın asırlar boyu süren etkileşimi ve daha iyiye yönelik olan ortak arayışının ürünü sayılmalıdır. Özellikle bilim ve teknoloji alanında başarılanlar, belli bir coğrafya ya da kültüre mal edilemez; aksine insanlığın bugün vardığı nokta farklı tarihsel dönemlerin, farklı uygarlıkların ufuk açan yenilikler kattığı, akla ve bilgiye verilen öneme paralel olarak gelişen bir düşünce yapısının birikimidir. Bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler ancak böyle bir anlayışla evrensel birer kazanım olarak görülebilirler.
Özel içerik: Ömer Hakan Bozkurtoğlu
0 Yorum
Yorum Yap