Konuşmama sizlere ücretsiz olarak, hayata dair bir püf noktası vererek başlamak istiyorum. Bunun için sizden istenen tek şey duruşunuzu iki dakikalığına değiştirmeniz; fakat püf noktasını vermeden önce sizden şu an, vücudunuzu ve vücudunuzla ne yaptığınızı birazcık incelemenizi rica ediyorum. Bazılarınız büzülerek oturuyor belki bacak bacak üstüne atıyor belki de bacaklarınızı uzatıp ayaklarınızı birleştiriyor olabilirsiniz.
Vücut dili ilgimizi çok fazla çekmekte ve özellikle diğer insanların vücut dilleri onlara ait çıkarımlar yapmak bakımından önem arz etmektedir. İlgilendiğimiz konular, garip bir etkileşim, gülüş, etkileyici bakış, garip bir göz kırpması veya bir tokalaşma… Sözsüz iletişimi veya vücut dilini anlamaya çalıştığımızda bunun bir dil olduğunu anlıyoruz, yani bir iletişim olduğunu. İletişimi anlamak da bize etkileşimi düşündürüyor. Vücut dilin bana ne anlatıyor? Seninkisi bana ne anlatıyor?
Elbette soru şu, birkaç dakikalık güç duruşu gerçekten hayatınızı anlamlı bir şekilde değiştirebilir mi? Bunun için laboratuvarda birkaç dakikalık ufak bir test yaptık. Bunu gerçekte nerede uygulayabilirsiniz asıl önem verilmesi gereken husus bu. Değerlendirmeye tabi tutulduğunuz sosyal endişe yaratan durumlarda kullanabileceğinizi düşünüyoruz. Nerelerde değerlendiriliyorsunuz? Gençlerin birarada toplandığı yemekhane masasında, bir satış toplantısında veya bir iş görüşmesinde olabilir. Biz burada iş görüşmesi durumundaki olayı ele alacağız.
Bir iş görüşmesine gitmeden önce neler yaparsınız? Oturursunuz, notlarınıza bakarsınız. Muhtemelen büyük çoğunluk eğik bir şekilde oturur; fakat aslında bunu yapmamanız gerekir. Aslında bu tür durumlarda yapmanız gereken 2 dakikalık kendinize zaman ayırıp güç duruşunuzu sergilemek. Bunun için bir test yapmak istedik. İnsanları laboratuvara getirdik, yeniden düşük veya yüksek güç duruşlarını yaptılar. 5 dakika süreli kayıt edildiler. Aynı zamanda değerlendirildiler ve değerlendirmeyi yapan uzmanlar sessiz dilde tepki vermeme konusunda eğitildiler. Düşünün ki, sizinle mülakat yapan insan bu. 5 dakika boyunca tepkisiz ve inanın ki mülakat esnasında soru yağmuruna tutulmaktan bile kötü bir durum ve insanlar bundan nefret ederler. Onları böyle bir mülakattan geçirdik; çünkü neler olacağını görmek istedik. Daha sonra dört tane gözlemciye kayıtları izlettik. Hipotez ve durumlar hakkında hiçbir bilgileri yok. Kimin, nasıl bir duruş sergilediği konusunda da herhangi bir bilgileri yok. Bu kasetleri izlemeyi bitiriyorlar ve ” Bu insanları işe almak istiyoruz” diyorlar. İşe alınanlar yüksek güç duruşu sergileyenlerdi; diğerleri hakkında ise bunları almak istemeyiz denilenlerdi. Peki bunu ne harekete geçiriyor? Konuşmanın içeriği ile ilgili bir durum değil; konuşmaya kattıkları varlık ile ilgili durum. Biz insanları yeterlilik ile alakalı şu değişkenler ile değerlendiriyorduk. Mesela, konuşmanın yapısı nasıldı? Ne kadar iyiydi? Mülakata girenlerin özellikleri nelerdi? Bunlar aslında etkili şeyler değil; asıl etkili olan tutku, öz güven, coşkunluk ve özgünlüktü. Yüksek güç duruşunda insanlar aslında gerçek benliklerini ortaya koyuyorlar, fikirlerini sunuyorlar.
İnsanlara, vücudumuz zihnimizi değiştirir, zihnimiz davranışımızı değiştirebilir ve davranışlarımız da sonuçları değiştirebilir dediğimde “Yapamam, sahte hissediyorum” diyorlar. Gerçekleştirene kadar taklit et dediğimde ise “Yapamam, bana uygun değil, istediğim mevkiye ulaşıp sonunda kendimi sahtekar gibi hissetmek istemiyorum. Bir düzenbaz olarak hissetmek istemiyorum. Sırf “Burada bulunmayı hak etmiyorum” hissiyle yaşamamak için o mevkiye ulaşmayı istemiyorum dediler ve bu bende çağrışımlar yaptı. Çünkü size, taklitçilikle ve “bu mevkide bulunmayı hak etmiyorum” hissini yaşamakla ilgili bir hikaye anlatmak istiyorum.
19 yaşındayken gerçekten kötü bir araba kazası geçirdim. Arabadan dışarı fırlayıp birçok kere yuvarlandım. Arabadan dışarıya fırlamıştım. Ve gözlerimi beyin rehabilitasyon merkezinde açtım, kolejden ayrıldım ve I.Q.’mun iki standart sapma değerinde düştüğünü öğrendim ki benim için çok sarsıcı bir durumdu. I.Q.’mu biliyordum çünkü zeki birisi olarak tanımlanmıştım ve çocukluğumda ileri zekalı olarak bilinirdim. Kolejden ayrılmak zorunda kalmış, geri dönmeye çalışıyordum. Çevremdekiler; “Koleji bitiremezsin. Bilmeni isteriz ki, yapabileceğin başka şeyler de var, fakat kolej senin için uygun değil.” gibi şeyler söylüyorlardı. Bu durumla gerçekten çok mücadele ettim ve söylemeliyim ki, sahip olduğunuz karakterin, ana karakterin, ki bu benim için zeki olmaktı, bunun sizden alınması kadar sizi bundan daha güçsüz hissettirebilecek bir durum yoktur. Bu yüzden kendimi tamamen güçsüz hissettim. Çalıştım, çalıştım ve çalıştım ve şansım yolunda gitti ve çalıştım ve şansım yolunda gitti ve çalıştım.
Sonunda kolejden mezun oldum. Mezun olmak yaşıtlarıma kıyasla fazladan dört yılımı aldı ve melek gibi birisi olan danışmanım Susan Fiske’yi beni kabul etmesi için ikna ettim ve kendimi Princeton’da buldum, Daha sonra, “Ben buraya ait değilim, ben bir taklitçiyim”, gibi şeyler düşünmeye başladım. Birinci sınıf konuşmamdan bir gece önce, ki bu konuşma Princeton’da 20 kişinin önünde 20 dakikalık bir konuşmadır. Ertesi gün gerçeklerin ortaya çıkacağından korkup Susan’i arayıp “Vazgeçiyorum” dedim. O da “Hayır, vazgeçmiyorsun, çünkü senin için riski göze aldım ve sen kalıyorsun” dedi. Burada kalacaksın ve şu dediğimi yapacaksın. Taklit edeceksin. Senden istenen her konuşmayı yapacaksın. Yalnızca tekrar tekrar bunu yapacaksın, korkmuş ve donmuş veya aklın çıkmış bile olsa, “Aman Allahım, yapabiliyorum” dediğin zamana kadar yapacaksın. “Sonunda gerçekleştirdim, gerçekten yapıyorum” dediğin ana kadar. Benim yaptığım da buydu. 5 yıl lisansüstü eğitim, birkaç yıllığına, biliyorsunuz Northwestern’deydim, Harvard’a transfer oldum, şimdi Harvard’dayım, artık bunun hakkında düşünmüyorum; fakat uzunca bir süre “Buraya ait değilim. Buraya ait değilim.” diye düşünüyordum.
Harvard’daki ilk yılımın sonlarında tüm dönem boyunca hiç konuşmamış, “Bak, derse katılım göstermelisin, yoksa sınıfta kalacaksın” dediğim bir öğrencim ofisime geldi. Onu aslında hiç tanımıyordum. Tamamen ezilmiş bir halde içeriye girip “Ben buraya ait değilim” dedi. Benim için dönüm noktası o zamandı. Çünkü iki şey meydana geldi İlki, anladım ki artık o duyguyu hissetmiyorum. Anladığınız üzere, eskisi gibi hissetmiyorum; fakat o öyle hissediyor ve onun hislerini anlayabiliyorum. İkincisi ise, o buraya ait! O da taklit edebilir, o da gerçekleştirebilir. Ben de karşılık olarak, “Tabii ki öylesin! Buraya aitsin! Ve yarın taklit edeceksin, kendini güçlü hissettireceksin ve “Sınıfa gideceksin ve şimdiye kadar yapılmış en iyi yorumlamayı yapacaksın.” Biliyor musunuz? Yapılmış en iyi yorumlamayı yaptı ve insanlar. “Aman Tanrım, onun orada oturduğunu bile bilmiyorduk” dercesine bakışlarını ona çevirdiler.
Aylar sonra öğrencim yanıma geldi ve onun, bunu yapana kadar değil de gerçekleştirene kadar taklit ettiğini anladım. Sonunda o değişti. Ben de size, yalnızca yapabilene kadar değil gerçekleştirene kadar taklit edin demek istiyorum. Ta ki gerçekleştirip, özümseyene kadar yapın.
Sizlere en son olarak söyleyeceğim şey ise şu. Küçük ayarlamalar büyük değişikliklere yol açabilir. Bahsettiğim şey bu iki dakika. İki dakika, iki dakika, iki dakika. Bir sonraki stres yaratan, değerlendirileceğiniz bir duruma girmeden önce iki dakikalığına, bunu deneyin, asansörde, tuvalette, kapalı kapılar ardındaki masanızda. Yapmanız gereken şey bu. Zihninizi o durumla en iyi şekilde baş edebilecek şekilde ayarlayın. Durumu, “Oh, onlara kim olduğumu gösteremedim” şeklinde bırakmayın. Durumu, “Onlara kim olduğumu anlatıp gösterebildim” hissiyle bırakın.
Sizlerden ilk olarak hem güç duruşunu denemenizi hem de bu bilimi paylaşmanızı rica ediyorum. Çünkü bu basit. Egomun bununla ilgisi yok. İnsanlarla paylaşın; çünkü bunu en çok kullanabilecek olanlar kaynağı, teknolojisi, mevkisi ve gücü olmayan insanlar. Bunu onlarla paylaşın ki özel hayatlarında bunu yapabilsinler. Vücutlarına, kendileri ile baş başa kalmaya ve iki dakikaya ihtiyaçları var ve bu onların hayatlarında önemli değişikliklerle sonuçlanabilir.